Göze Çarpanlar

Köpekler, Saryan, Avedikian ve Gazze* – Rober Koptaş

Kaynak: Marksist.org

Ressam Mardiros Saryan 1910’da İstanbul’u ziyaret ettiğinde önünde verimli bir dönemin kapıları açılmak üzereydi. Batı dünyasında gelişmiş bir güzel sanatta kendini ifade etmek isteyen bir Doğulu olarak öz coğrafyasının ruhuna nüfuz etmek ve onu sanatsal olarak yenilikçi formlarda ifade etmek istiyordu. “Doğu’yu anlamak, resimdeki arayışımı daha fazla temellendirmek için onun karakteristik özelliklerini öğrenmek gibi bir hedefim vardı” diye yazacaktı anılarında. Osmanlı payitahtında iki ay kaldı, sonrasında yola Mısır ve İran’la devam etti. Doğu temalı eserler yaratma döneminde, onu Ermenistan resminin kurucusu olarak öne çıkaracak renkli paleti bütün güzelliğiyle ortaya çıktı. Kadim İstanbul şehrinde en çok dikkatini çekenlerse, yine kendi sözleriyle, “sokaklar, onların yaşam ritmi, gösterişli kalabalık ve geniş sürüler halinde yaşayan köpekler” oldu.

Ondan tam yüz yıl sonra bir başka Ermeni sanatçı, sinemacı Serge Avedikian da verimli bir dönem geçiriyordu. Deneyimli oyuncu ve yönetmen, Chienne d’Histoire (Türkçede Hayırsızada) adlı eseriyle o yıl Cannes Film Festivali’nde En İyi Animasyon ödülünü kazandı. Saryan’ın kolayca bağlandığı İstanbul köpekleri onun da merceğindeydi, ancak bambaşka bir bağlamda. Avedikian, 1910’da, tam da Saryan’ın İstanbul kaldırımlarını arşınladığı dönemde yaşanan vahim bir olayı anlatıyordu filminde. O yıl, 2. Meşrutiyet’in ilanından beri resmen hükümette yer almasa da perde arkasından ülkeyi yöneten İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin aldığı kararla, İstanbul’un sokaklarında özgürce gezinen, yüzlerce yıldır şehir hayatının ayrılmaz bir parçası olan binlerce köpek toplatılıp Marmara Denizi’ndeki Sivriada’ya (Oxia) sürgün edilecek ve orada kaderlerine terk edilecekti.

Mardiros Saryan’ın dikkatini çeken köpekler, dönemin pek çok Batılı seyyahı için de İstanbul’un alametifarikasıydı. Oryantalist muhayyilelerdeki miskin, tembel, hareketsiz Şark algısının tamamlayıcı bir parçası olarak, sokaklarda uyuklayan, gezinen, güneşlenen bu hayvanlar, ezeli hasımları sayılan kedilerle birlikte şehrin esas sahipleri gibiydi. Saryan’ın yağlıboyalarında onları, çarşaflı bir kadının yanından geçerken, bir gölgeye çekilmiş uyuklarken veya birbirleriyle kavga ederken görebiliriz. Ancak bu geleneksel tablo, imparatorluğu modernleştirerek, rekabet ettiği Batı devletlerine karşı güç kazanıp onu “kurtarmak” isteyen, bunu yaparken de çağdaş bir görünüme ulaşmayı hedefleyen İttihatçıların tasavvurlarıyla uyumlu değildi.

Kent tarihi, hayvan hakları, politik ekoloji alanlarında çalışan akademisyen Mine Yıldırım, 1+1 Express’te yayımlanan bir söyleşisinde, sokak hayvanı varlığını planlı bir biçimde yok etmiş Avrupa şehirlerinden İstanbul’a gelen, 20. yüzyılın başında hâlâ köpeklerin serbestçe gezindiği bir şehir manzarasıyla karşılaşan Batılı seçkinlerin gördükleri karşısında şaşkınlıkla karışık bir hayranlığa ve bununla tezat bir aşağılama duygusuna kapıldığını söylüyor: “Batılı gezginler, ‘Nasıl oluyor da bizim kentlerimizde sistematik bir şiddetle hayvanlar yok edilirken doğunun yorgun şehrinde hayvanlar hâlâ korunabiliyor’ diye düşünüyorlar. ‘İslâmi geleneğin geri kalmasına ve doğu kültürünün ilkelliğine’ dair şeyler söylüyorlar. Bunların ikisi de oryantalist ve kolonyalist bakışlar. ‘Başıboş köpekler’ söylemi ilk o dönem ortaya çıkıyor.”

Köpekler işte bu bakış açısının sonucu olarak siyasi iktidarın gözünde imparatorluğun imajını bozan, payitahta köhne ve kirli bir görüntü veren zararlı canlılara, varlıkları ise çözülmesi gereken bir soruna dönüştü. Ellerine çekiç almaya alışkın pozitivist ve militarist İttihatçı yönetici klik için çivi bu kez köpeklerdi. Bu arada, onların etinden ve kemiğinden birtakım sınai üretimler için yararlanmayı teklif eden bir Fransız firmasının bu sürecin arkasında olduğuna dair bazı bilgiler de mevcut ve Avedikian’ın filmi bu noktaya da dikkat çekiyor. Kapitalizmin doymaz kâr hırsıyla modernleşmeci ihtirasların bu türden ortaklıklarının Sanayi Devrimi’nden bu yana insana, hayvanlara ve tabii ki doğaya ne büyük zararlar verdiğini çok iyi biliyoruz.

Mardiros Saryan’ın keskin sanatçı gözleri köpekleri resmederken o tarihsel andaki sorunun ne kadar farkındaydı bilmiyoruz, ancak ondan tam yüz yıl sonra, Serge Avedikian, Türkiye topraklarında köpeklerin toplu halde sürgün ve imha edilmesinin beş yıl sonraki Ermeni Soykırımı’yla arasındaki bağı görebildi. Ne de olsa 1915’te Ermeni halkına yaşatılanların kurbanı yetim nesillerin torunuydu. Bir canlı grubunu yaşadığı ortamdan koparmanın, zorla bir yere toplamanın, yaşamak için şartların hiç de uygun olmadığı bir bölgeye nakletmenin ve orada onları aç, susuz, hasta, naçar bırakmanın ne anlama geldiği biliyordu. Hedefi köpekler de, insanlar da olsa, bu tür habis planların sonucu ölüm ve felaket olacaktı. 1910’da İstanbul’un ebedi sakini köpeklere yapılanla beş yıl sonra, imparatorluğun tebaası olan Ermenilere yapılan arasında etik, vicdani ve siyasi olarak büyük bir fark yoktu. Aynı bağlantıyı, hayvanların görünürlük rejimleri ve sinemada hayvan temsilleri üzerine çalışan akademisyen Özlem Güçlü, Avedikian’ın filmini analiz ettiği makalesinde,[1] “1910’da köpeklerin felaketi de 1915’te Ermenilerin felaketi de aynı soykırım iradesinin, aynı kamusal ‘temizlik’ aklının kurbanlarıdır” sözleriyle kuruyor.

Aradan geçen yüz on dört yılda Türkiye’yi yöneten muktedirler ellerinden çekici bırakmadılar, dolayısıyla hâlâ her şeyi çivi olarak görmeye devam ediyorlar. AKP’nin sokaklarda yaşayan hayvanların toplanıp, otuz gün içinde sahiplenilmeyenlerin “uyutulması” yönlü yasa teklifi bu türden girişimlerden biri. Sokakta yaşayan hayvanlar, elbette bilhassa köpekler, Mart seçimlerinde önemli başlıklardan biri olmuş, özellikle dinci ve milliyetçi-ırkçı partiler taraftarlarını ve halk kesimlerini manipüle ederek onları hedef haline getirmişti. Onlara göre Türkiye’de büyük bir “başıboş” sokak köpeği sorunu vardı, bu hayvanlar gelen geçene saldırıyor, her yıl sayısız ölüme sebebiyet veriyordu ve bu soruna “nihai” bir çözüm şarttı. Sosyal medyada pek çoğu Türkiye’de dahi yaşanmamış köpek saldırısı videoları dolaşıma sokuluyor, doymak bilmez şiddet iştahı adeta yeni bir düşman ve yem yaratılarak körükleniyor, kılıçlar bileniyordu.  

Belli ki, seçimlerde partisinin ilk kez ikinci parti olarak çıkmasının yarattığı şoktan sonra Erdoğan, söz konusu propagandanın iktidarına zarar verdiğine kanaat getirerek adım atmaya karar verdi. Sahip olduğu sorgulanamaz gücün üzerine iktidarsızlık, güç kaybı, yönetememe gibi gölgeler düşmesinin kendisi adına geri döndürülemez sonuçları olacağını düşünen Erdoğan, ultra sağcı muhaliflerin dahi beklediğinden daha ağır bir yasa taslağı hazırlatarak köpekler için kitlesel katliam anlamına gelebilecek bir adımı kamuoyunun önüne attı.

Oysa türcülük karşıtı olanlar sorunun köpek değil insan kaynaklı olduğunu savunuyor. Yetmiş küsur yıldır kentleşmenin alabildiğine vahşi bir şekilde hayata geçirildiği, şehirlerin rant ve ucuz işgücü yaratmak amacıyla plansız bir şekilde büyüdüğü, özellikle son yirmi yılda bütün ülkenin adeta bir şantiye halini aldığı, doğal yaşam alanlarının hızla tüketildiği bir coğrafyada, yüzyıllardır sokaklarda insanlarla barış içinde yaşayan köpekler açlık, susuzluk, güvenlik, barınma gibi sayısız sorunla karşı karşıya kalıyor. Basit bir kısırlaştırma, bakım, takip seferberliğiyle çözülebilecek sorun yıllarca ertelenince, bunun için ayrılan kaynaklar kim bilir kimlerin cebine transfer edilip heba edilince, sonunda köpekler için soykırım anlamına gelen bir “tedbir” gündeme geldi. Türkiye’nin katliamlarla ve şiddetle örülü tarihine yeni ve utanılası bir halka daha.

Romancı Sezgin Kaymaz, Birikim için Tanıl Bora’ya verdiği söyleşide , “Hem yaşam alanlarına kâbus gibi çök, hem de yeni ve zararlı bir canlı türü bulmuşsun gibi ad tak, sokak hayvanı de” diyerek bu şiddet temayülünün temelindeki sorunun bam teline dokunuyor. Kendi eylemlerimizin sorumluluğunu almayıp dilde başlattığımız ayrımcılık, şüphesiz ki orada kalmıyor, geçmişte olduğu gibi bugün de, sessiz ve sakin canlıların hayatına kast edecek bir çığın ilk kartopu oluyor.

Bugünlerde, Gazze’de yaşananlardan duyduğum acıyla, doğduğum ve yaşadığım kentin, İstanbul’un köpeklerinin kaderiyle ilgili korku birbirini depreştiriyor. 1910’da köpekler Sivriada’ya sürgün edildiğinde, masum hayvanları katletmenin lanet getireceğini düşünen halk adanın adını “Hayırsız”a çevirmişti. Osmanlı İmparatorluğu, köpek sürgününden sadece on iki yıl sonra, ardında büyük felaketler bırakarak çöktü. Buna kim tesadüf diyebilir?

Rober Koptaş

*Bu yazı, Ermenistan’da yayın yapan Civilnet internet sitesi için İngilizce olarak kaleme aldığım “Martiros Saryan, Serge Avedikian and Gaza” başlıklı makalenin bazı küçük değişikliklerle Türkçeleştirilmiş halidir.  https://www.civilnet.am/en/news/779429/martiros-saryan-serge-avedikian-and-gaza/

[1] Özlem Güçlü, “Hayvanın Felaketi, Manzaradan Lekelere: Hayırsızada (Serge Avedikian, 2010)”, Kebikeç (46) 2018, s. 351-165.